Prag Seyahatinden Kalanlar

Prag buram buram bir turizm şehri: Sabaha kadar açık barlar, adım başı hediyelik eşya dükkanları, bira spaları, striptiz kulüpleri, yasal olmamasına rağmen ne hikmetse her sokakta denk geldiğiniz cannabis dükkanları, anlamlı-anlamsız bir sürü müze… Her köşesi metalaştırılmış bir şehir göster deseler önce Kapadokya’yı gösteririm, ikinci sırada ise Prag gelir.

Şehrin güzelliği sanırım herkesin malumu. Klişe bir hikaye olarak hep Hitler’in bile Prag’ı güzelliğinden ötürü bombalamak istemediği anlatılır da Çekoslovokya kadar hızlı düşmüş bir ülkeyi Almanya niye bombalayacaktı diye düşünülmez. Bilinenin aksine Prag İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanmış: Almanlar tarafından değil, önce İngilizler sonra Amerikalar tarafından.

İstanbul’da yaşayan biri olarak en şaşırdığım şey ise şehrin kalabalıklığı oldu. Her sokakta sürekli BİNLERCE insan vardı! Müzeler, toplu ulaşım falan hep tıklım basa (evet böyle bir kullanım var) insan doluydu. Prag sanki kalabalık olduğu için kalabalık bir şehir izlenimi verdi bana. Bu kadar insanın bir bildiği vardır herhalde diye (bizim gibi) ipini koparan gelmiş.

Yanlış anlaşılmasın, Prag’ı sevmedim değil. Şehirden çok keyif aldığım zamanlar oldu. Ama önce Prag’da yapmaktan hiç keyif almadığım şeyleri aradan çıkarmak istiyorum:

Ulusal Müze

Uçaktan inip otele eşyaları bıraktığımız gibi Ulusal Müze’ye gittik. Sanıyordum ki Bohemya ve Çekya’ya ait sanat eserleri falan göreceğiz. Alakası yokmuş. Bir (geçici) Asya hazineleri sergisi, bir-iki heykel, çoğunlukla böcekler, doldurulmuş hayvanlar, nadir taşlar vesaire ile dolu bir müze. Zamanında Saraybosna’da gezdiğimiz, ve bence daha güzel olan, Ulusal Müze’den pek farkı yoktu. Tek hoşuma giden şey Antonin Dvorak’ın heykelini görmek oldu (gerçi Dvorak’ı şehrin dört bir yanında görmek mümkün):

Neticede Ulusal Müze tam bir para ve daha önemlisi zaman kaybıydı.

Prag Kalesi

Kalabalığın açık ara en boğucu olduğu yer Prag Kalesi’ydi. Pazar sabahı ilk iş kaleye gittik. Kale surlarının içini gezmek bedava, binaların içine girmek için ise bilet almak gerekiyor. Biz tabii saf saf bilet almak için sıraya girdik, yarım saat bekleyip biletlerimizi aldık. İlk iş tarihi saray dairesini görelim dedik. Bir gördük ki önümüzde en az 300 kişilik, kağnı gibi ilerleyen bir sıra var. Neyse yapacak bir şey yok deyip beklemeye başladık. Bir saate yakın bekledikten sonra içeriye girdik ki ne görelim: dört gri duvar. Yani tamam geniş dört gri duvar ama DÖRT GRİ DUVAR yani! Bu sefer söylene söylene bazilikaya gittik. Yine böyle bir sıra. Bekledik. İçeri girdik: dört gri duvar, bir de İsa.

Kaleye gidip sadece sur içinde gezsek daha fazla keyif alır, hem de daha az yorulurduk. Bilemedik.

Kötü deneyimler yaşadığımız yerler sadece bu ikisiydi. “Aman iki yer de kötü çıkmış, ne olacak” diye düşünmeyin. İkisi de büyük ve kalabalık olduğu için gezmesi zor yerlerdi. İki günümüzü ve o günlerdeki enerjimizin çoğunu bunlar yedi.

Signal Festival

Şansımıza şehirde Signal Festival diye bir etkinliğe denk geldik. Bu her yıl Ekim ayında, değişik tarihlerde yapılan bir dijital sanat festivali. Etkinlik kapsamında şehrin bir sürü noktasına dijital sanat enstelasyonları kuruluyor. İki tarihi binaya ise 10 dakikada bir ışık yansıtılarak bir şov düzenleniyor:

Binalar ile yapılan ışık şovunu izlemek çok keyifliydi. Teknoloji ile eskiden yeni yaratılması ve bunun yarattığı teknolojik huşu hissi hoşuma gitti. Geri kalan enstelasyonların neredeyse hepsi sıkıcıydı denilebilir. Yine de tüm bir şehrin festivaldeki noktaları ziyaret etmek için hareket halinde olması ve bu harekete dahil olmak eğlenceliydi.

Dox Museum: David Lynch, Miquel Barceló ve Orhan Pamuk

Henüz seyahate başlamadan şehirde bir David Lynch sergisi olduğunu görmüştüm. Pek çok Lynch eserini ekranda izledim ama diğer formatlardaki eserlerini, özellikle de çizimlerini pek görmemiştim. Hayal ettiğimden çok daha fazla eserini gördüm bu sergide.

David Lynch ilginç bir sanatçı. Bir yandan turta ve kahve düşkünü, optimist ve sevgi mantralarıyla meditasyona dalan biriyken bir yandan da son derece rahatsız edici bir görsel sanatı var. Sanırım bu çelişkili durum onu büyük bir sanatçı yapan şeyin ta kendisi.

Lynch sergisini gezdiğimiz Dox Musuem’da Miquel Barceló adlı bir sanatçının da eserlerine denk geldik. Yaptığı resimlerdeki tarih öncesi hava hoşuma gitti. Pek okumamış olsam da Bataille’yı düşündürdü.

En çok ilgimi çeken eseri ise vazolardan yaptığı filozof portreleri oldu:

Kant, Wittgenstein, Platon, Deleuze, Hermes Trismegistus

Kant, Wittgenstein, Platon, Deleuze, Hermes Trismegistus

Yine aynı müzede şans eseri Orhan Pamuk’un çizim, fotoğraf ve defterlerinden oluşan bir sergiye denk geldik. Kendisi Cihangir’de komşumuz olduğundan tanıdığımız pek çok yeri Orhan Pamuk perspektifinden görebilmek ilginçti:

En hoşuma giden ise defterlerini görmek oldu:

Bu yaz Paris’te Louvre ve Orsay müzelerini gezdikten sonra heykel merakım alevlendi. Dolayısıyla hazır Prag’dayken Aleš Veselý sergisini de görmek istedim. Veselý’nin heykelleri daha önce gördüğüm hiçbir şeye benzemiyor. Aynı Lynch eserleri gibi rahatsız ediler ama Veselý’nin farkı, eserlerinin kötücül hissettirmesi. Bakınca insanın mel’un diyesi geliyor.

Bu eserlere kimsenin dokunma demesine gerek yok. Zira çok yaklaşırsan sana zarar vereceklermiş gibi hissettiriyorlar:

Bu his özellikle yaptığı devasa eserlerde daha belirgin. Sadece fotoğraftan görme şansım oldu ama bir gün doğrudan görebilmeyi de isterim.

National Gallery’ye sadece Aleš Veselý için gitmiştik ve doğrusu başka bir şey var mı yok mu bilmiyordum. Meğer burada Picasso’dan Klimt’e, Rodin’den Gutfreund’a binlerce eser varmış. İçeride dört saate yakın gezdikten sonra “müze kapanacak, her şeyi göremeyeceğiz” diye G’nin beni sürüklemesi gerekti. Bilsek buraya bir tam gün ayırırdık. Prag’da en keyif aldığım yer burası oldu.

National Gallery’de beğendiğim bazı resimler

National Gallery’de beğendiğim bazı resimler

Municipal House ve Rudolfinum’da Konserler

Hayatımda ilk kez Prag’da canlı bir orkestra dinledim, hem de bir değil iki kere.

İlki Municipal House’ta, bale ile karışık bir konserdi. Mozart, Strauss ve Dvorak eserlerini dinledik. Pek bildiğim bir şey çalınmadı ama hem müzik hem bale çok güzeldi.

İkinci konser Rudolfinum’daydı. Sadece yaylılardan oluşan bir orkestra bir çok ünlü eserden bölümler çaldı. Vivaldi’nin Dört Mevsim’i, Beethoven’in 5. senfonisi, Pachelbel’in Canon’u gibi eserleri dinlemek çok güzeldi. Bu ikinci konserde ilginç olan bir orkestra şefinin olmamasıydı. Ben anarşist orkestra diye dalga geçtim hatta. Sanırım orkestrayı kemancılardan biri yönlendiriyordu. Acaba şef, üflemeliler-yaylılar gibi değişik tipte enstrümanların kullanıldığı orkestralarda daha mı önemli?

Anarşist orkestra

Anarşist orkestra

Şehir Fotoğrafları

G bana doğum günümde bir Nikon J1 kamera aldı ve böylece ilk kez bir şehirde kamera ile dolaşabildim. Kamera baya eski ve muhtemelen cebimdeki telefonun kamerasına kıyasla daha düşük kalite olmasına rağmen fotoğraf çekmekten verdiği haz kıyaslanamayacak kadar yukarıda. İnsan, telefon ile fotoğraf çekerken etrafını umursamayı beceremiyor sanki. Elinde kamera olduğunda ise şehre bakışın yoğunlaşıyor, sıradan olan ilginçleşiyor. Bu yazıyı, ahım şahım olmasalar da, çektiğim birkaç fotoğraf ile sonlandırayım:


Home