Geleceğin Yavaşça İptali
“Gelecek gelmemekle kalmadı, artık mümkün de görünmüyor.” Böyle diyordu Mark Fisher 2014’te yayımlanan “Hayatımın Hayaletleri"nde. Neoliberal politikaların tüm yaşamı müsilaj gibi sardığı ve solun kendi geçmişinde melankolik bir şekilde takılı kaldığı bir dönemde sadece gelecek değil, şimdiki zaman bile kilometrelerce uzak görünüyordu. Fisher için belki de en önemli konu, kapitalizmin insan için çizdiği çerçevenin dışında bir hayat mümkün mü sorusu değil “yeni bir yaşam, yeni bir kolektivite mümkün olmalı!” haykırışıydı.
Depresyon yıllar boyunca Fisher’ın yakasını bırakmadı. “Hiçbir İşe Yaramaz” adlı makalesinde ergenlik yıllarından beri akıl sağlığı sebebiyle yaşadığı izolasyonu, kendine zarar verme eğilimlerini ve psikiyatri bölümlerinde geçirdiği zamanları açıklıkla anlatıyordu. Baktığı her şeyin üzerine tül gibi örtülmüş değersizlik hissi, aynı zamanda yaptığı her şeyi lekeliyordu da. Günümüzün tüm problemleri bireyin sorumluluğunda gören anlayışı ile bakıldığında Fisher’ın yaşadığı depresyon kendi zayıflığından mı kaynaklanıyordu? Yoksa neoliberalizm, aslında toplumsal bir problem olan akıl sağlığını da özelleştirmiş miydi?
Mark Fisher, 1968 yılında İngiltere’de işçi sınıfı ve muhafazakar bir ailede dünyaya geldi. Babası bir tekniker, annesi ise temizlikçiydi. İlkokulu yakındaki bir devlet okulunda okudu. Daha sonra okul yıllarını “iç karartıcı bir vasatlık” olarak tanımlayacaktı. Entelektüel merakı okul dışında, NME ve Melody Maker gibi felsefe, politika ve müziği harmanlayan post-punk yayınlar ile alevlendi. Televizyonda izledikleri de okudukları kadar düşün dünyasını şekillendirdi. Fisher’ın, televizyonun zirvesi olarak tanımladığı 1980’lerde izlediği programlar popüler kültürün ne kadar yenilikçi olabileceği, yeni olana ve sürprize duyulan isteğin elit sınıfa mahsus olmadığını gösteriyordu.
Ergenlik yıllarında deneyimlediği bazı olaylar içinde büyüdüğü işçi sınıfının izlerini zihnine kazıdı: “varoluşsal bozgun” olarak adlandırdığı 1983 yılındaki İşçi Partisi’nin yenilgisi ve 1985 yılındaki madenci grevinin kırılması —ki bunu daha sonra “gözyaşlarına boğulmadan hatırlayamadığı” bir yara olarak anacaktı. Bu yıllarda yaşadıklarından belki de en travmatik olanı doğrudan deneyimlediği 1989 yılındaki Hillsborough felaketiydi. Bir futbol maçında yaşanan izdiham nedeniyle 94 kişinin yaşamını yitirdiği bu felaketin sorumluluğu, polis ve medya tarafından holiganlara ve sarhoşluğa yıkılmıştı. Halbuki yıllar içinde yapılan soruşturmalar felaketin yaşanmasında polis ve sağlık ekiplerinin ihmalinin etkisini gözler önüne serecekti. Hillsborough’daki ölümler ve sonrasında yaşananlar, Fisher’ın sınıf, otorite ve medya manipülasyonu üzerine düşünceleri için belki de bir dönüm noktasıydı.
Fisher, 1986-1989 yılları arasında Hull Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Felsefe eğitimini tamamladı. Mezuniyetinden sonra akademik hayatına bir ara verdi ve Manchester’a taşınarak şehrin acid house ve rave sahnesine girdi. 90’ların başında arkadaşlarıyla D-Generation isimli bir grup kurdular. Grubun manifestosu “psikedelia, teknolojiyi istismar etmektir… gitarlarla değil, örnekleyiciler (sampler) ve sıralayıcılar (sequencer) uğraşmaktır” diyordu. Grubun bu anlayışı, Fisher’ın düşünsel metoduna delalet ediyordu: mevcut kültürel yapıları sarsmak ve düşünce için yeni olasılıklar yaratmak adına teknolojiyi kullanmak.
Birmingham’da yüksek lisansını Sadie Plant’ın danışmanlığında tamamladıktan sonra, Plant’ı takip ederek Warwick Üniversitesi’ne geçti. Burada Plant ve Nick Land’in öncülüğünde Sibernetik Kültür Araştırma Birimi (CCRU) adlı kolektifin kurucu üyelerinden biri oldu. CCRU’yu bir araya getiren ana düşünce teknolojik tekillik ve beklenen tekillik anını yaklaştırmak adına ivmecilikti. Grubun üretiminde teori ve kurgu iç içe geçiyor, gelecek geçmişe kapı aralıyordu. Öyle ki, William Burroughs etrafında dönen zaman savaşında Lemurya’nın makine-tanrısı tersine arkeoloji ile kendini geçmişe kazıyordu. (Şu an “Ne okuyorum lan ben?” diye soruyorsan, CCRU metinlerini okumak işte böyle bir his). Grup, ezoterik kelimeler ve Deleuze&Guattari alıntıları ile sibernetik bir mitoloji inşa ediyordu. Yine de Fisher’ın yazdıklarında ayrıksı bir berraklık vardı. Kelimelerin gerçekten bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyordu. Üstünde durulan konuların ve fikirlerin bulandırılmayacak kadar önemli olduğunu düşünüyordu. CCRU, Nick Land’in üniversiteden istifa etmesi ve ardından yaşadığı sinir krizi ile ortadan kaybolması üzerine fiilen dağıldı. CCRU “hiçbir zaman resmen dağılmadı, gerçi hiçbir zaman resmen kurulmamıştı da.”
Mark Fisher, Warwick Üniversitesi’nde doktorasını tamamladıktan sonra bir devlet okulunda felsefe öğretmeni olarak çalışmaya başladı. Bir yandan okuldaki gerçekliğin yarattığı umutsuzluk, öte yandan akademik dünyanın kısıtlı entelektüel yapıları arasında debelenirken 2003’te k-punk blogunda yazmaya başladı. K-punk, Fisher için özgürce yazabileceği, “bir tahtası eksik” fikirlerin üzerinde çalışabileceği bir alan demekti. Film, siyaset, müzik, felsefe, edebiyat üzerine on binlerce kelime yazdı. Blog kültürü (ve internet) altın çağını yaşıyordu. K-punk kısa sürede insanların buluştuğu ve Fisher’ın yazdıkları altında tartıştıkları dijital bir mekana dönüştü.
Bir konsept olarak “kapitalist gerçekçilik”, k-punk’ta yazdığı yazılarla şekillendi. Mark Fisher, Fredric Jameson ve Slavoj Žižek’in “dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay” tespitinden hareketle kapitalizmin sadece bir ekonomik sistem değil bilinçdışını kolonize eden bir ideoloji olduğunu söylüyordu. 2009 yılında, yine kendi kurduğu Zer0 Books yayınevinden, “Kapitalist Gerçekçilik: Bir Alternatif Yok mu?” adlı kitabını yayımladı. Kitap beklenmedik şekilde popüler oldu ve 10.000 kopyadan fazla sattı. Fisher, kitapta kapitalizm ve kapitalizmin güncel formu neoliberalizmin, nasıl herkesten izole ve çözümleri satılan ürünlerde arayan yeni bir vatandaş tipi yarattığını açıklıyordu. Depresyon ve diğer mental hastalıkların öncelikle bu sistemin bir çıktısı olduğunun ve kapana kısıldığımız bu amansız döngüden çıkış için yeni bir kolektif öznenin oluşması gerektiğinin altını çiziyordu.
Fisher, k-punk ve 2007’den itibaren The Wire’daki müzik ve teoriyi harmanladığı yazılarında Jacques Derrida’nın “musallatoloji” (hauntology) konseptini müziğe uyguladı. Fisher musallatoloji ile çağdaş kültürün, geçmişin retro estetiğini ısıtıp ısıtıp yeniden dolaşıma sokmasına ve yeni sosyal biçimler yaratmaktaki başarısızlığına işaret ediyordu. Ancak Fisher için bize musallat olan şey sadece retro-estetik değil yitirilmiş gelecekti de. Yitirilmiş geleceğin musallatı, içinde yaşadığımızdan radikal şekilde farklı bir dünya tahayyül edememek anlamına geliyordu. Kültürün değişmeden sürüp gideceğini ve siyasetin kurulu düzeni (kapitalizm) çekip çevirmeye indirgendiğini kabul etmek demekti.
2013 yılında “Vampir Şatosundan Çıkış” adlı makalesini yayımladı. Makale, solun internetteki “hesaplaşma kültürü” ve sınıf analizi yerine kimlik siyasetine takılı kalmasını eleştiriyordu. Fisher, çağdaş solun ahlakçı cadı avlarıyla dayanışmayı nasıl imkansız hale getirdiğine işaret ediyordu. Makale, özellikle sol camiada büyük bir tartışma yarattı ve Fisher sert tepkilere maruz kaldı. Muhtemel ki tüm bunlar halihazırda hissettiği izolasyonu derinleştirmekte rol oynadı.
2016 Mayıs’ından itibaren akıl sağlığı kötüleşti. Aralık ayında aşırı doz uyuşturucu sebebiyle hastaneye kaldırıldı. Hastaneden çıktıktan sonra psikiyatrik yardım almak istemesine rağmen ulusal sağlık hizmetlerinde yapılan reformlar sebebiyle önüne türlü bürokratik engeller konuldu. Eşi Zoe, “sağlık hizmetleri yetkilileri, bir pratisyen hekim ile telefon görüşmesinden ötesini sunamıyor,” diyordu. Fisher, Ocak 2017’de intihar etti.
Arkasında bir eş (Zoe), bir çocuk (George) ve bitmemiş bir kitap bıraktı: Asit Komünizm. Asit komünizm, Fisher için bir anlamda kapitalist gerçekçilik sarmalından çıkma teşebbüsüydü. Başka bir yaşam, başka bir kolektivite hayal ediyordu, ve bir zamanlar kıyasıya eleştirdiği 1960’ların karşı-kültürü bu yeni yaşamın merkezine oturuyordu. Fisher, “özgür olabilecek bir dünyanın hayalini” uygarlığın baskısından kurtarmak, geçmişin hayaletlerinden azade ve radikal biçimde yeni bir hayat hayal ediyordu. Asit Komünizm, Berardi’nin “devrim, adil, mümkün ve gereklidir: yoldaşlar! devrim olasıdır” sözleri gibi, bir devrim olasılığına inancı yeşertmeye çalışıyordu—belki de okuyucudan çok Fisher’ın kendisini inandırma teşebbüsüydü.
Fisher’ın yazdıklarını okumak tezat hislerle dolduruyor içimi. Cümlelerindeki aciliyet hissi, insanı gözlerinin önündeki perdeyi aralamaya, onu geçmişe bağlayan zincirlerinden kurtarmaya davet ediyor. Yine de okurken kelimelerin arkasında gizlenen umutsuzluğu hissedebiliyorsun. Yeni bir yaşam arzusuna ket vuruldukça, adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerinin içi boşaltıldıkça ve gelecek yitirildikçe yükselen “yeni bir yaşam mümkün olmalı” haykırışını duyabiliyorsun.
John Vervaeke, peygamberin görevinin geleceği işaret etmek değil, şu an burada nasıl “yol"dan çıkmış olduğumuza dair bizi uyandırmak olduğunu söyler. Bu tanım ışığında Mark Fisher’ın yakın geçmişteki peygamberlerden olduğunu düşünüyorum. Çünkü Fisher’ın düşünceleri, dünya olarak, insanlık ve insanlar olarak ilerlediğimiz yönün “gelecek” olmadığı gerçeği ile yüzleşmemizi talep ediyor. İntiharı ise—bir noktalama işareti olarak—bu uyarının en çarpıcı noktası: “Gelecek iptal edildi, şimdi fersahlarca uzak görünüyor ve geçmiş dışında bir alternatif yok.”