IzBB Grevi
grevin öznesi, disk/genel-iş başkanı falan değil grev yapan 23bin işçidir. tüm zorluklara ve bunca nefrete rağmen irade gösteren 23bin kişidir.
grevin sonuçları tüm izmir’de hissedildiği için iradelerinin üzerinde komşularının dahi baskısı var. üstüne muhalif mahallede birikmiş tüm gerginlik de günlerdir kendilerine odaklanmış durumda.
ve hakkımız olanı istiyoruz diyorlar.
belediye ile al-ver peşinde bir sendikayı savunmuyorum. sanırım bugüne kadar çok defa işçi aleyhine belediye ile anlaşmalar yapmış, kayırmacılıkla bir sürü insan işe aldırmışlar.
iktidarın kullanışlı aptalları da çıkmış “chp dersimlileri belediyeye doldurmuş. grevcileri kovun, yerlerine türk gençlerini alın.” diyorlar. birinizin birinizden farkı yok ve her biriniz özgür olabilecek bir dünya hayalinin düşmanısınız.
izmir işçilerinin örgütlü hak talebi umarım kazanımla sonuçlanır ve türkiye’nin dört köşesindeki işçilere şu mesajı gönderir: insanca yaşayacak kadar para talep etmek için eğilip bükülmek zorunda olmadığımız bir türkiye mümkün. örgütlenerek, mümkün.
cemil tugay kim bilmiyorum. tunç soyer de geçmişte ne yaptı bilmiyorum. (bildiğim tek şey cumhuriyet bulvarında ucube bir trafik sistemi getirmiş olması. bi’ de tramvay. tramvay iyi). neyse.
izmir halkının grev kırıcı amaçlarla örgütlenmesi aslında olumlu bir şey. tarafların popülist propagandalarına iyi karşılık verilebilirse halkın işçilerle sürtüşmesi, kurulacak temasın ilk adımı bile olabilir. sokakta insan olması iyidir.
izmir halkında biriken enerji sokakta kendini gösterebilir ve izmirliler de yaşanan krizin bir kenarı haline gelebilir. halkın ne belediye (aslında bir holding, thanks to neoliberalism) ne de işçiden taraf olan bir taraf olması olumlu olur.
“sokaklarımızda çöp istemiyoruz” her yerde meşru bir talep. izmirliler tabii ki krizin ortadan kalkmasını talep edecek ve etmeli. anlaşma masası da üstlerinde bu talebin sorumluluğunu hissetmeli.
izmir grevi, umarım 19 mart’ta barikatın yıkılışı gibi bir etki yaratır.
gülhane gözaltıları
erkan baş’ın ablukaya alınan yoldaşlarla omuz omuza durması güzeldir ve zaten kendisini tanıyanlar için şaşırılmayacak bir tutumdur. ancak TİP’in düzenlediği bir etkinlikten ayrılan 43 yoldaşın gözaltına alınması neresinden bakarsan bak özeleştiri gerektiren bir olaydır.
gülhane parkındaki kitle, polisin abluka tehdidine karşı koordine edilmeli ve toplu şekilde parktan ayrılmaları sağlanmalıydı. bunun yapılamamış olması ne yazık ki TİP’i güçsüz gösterdi. sol bir örgüt, kitlesini korumakla sorumludur. sokaktaki kitleyi koruyamayan, organize hareket ettiremeyen bir parti öncü rol üstlenemez. eylem alanına girmek kadar, çıkmak da örgütlülük gerektirir. farketmedik, bir anda oldu vs. bir bahane olamaz.
halk doğal bir refleksle “hak, hukuk, adalet” sloganları atıyor olabilir. solcular olarak bizim, ülkede hukuki bir sistem varmış gibi davranma lüksümüz olamaz. sokaktaki polis, kanunu uygulayan, kanuna riayet edilmesi için zor kullanan bir kuvvet değildir. polis, iktidarın sokaktaki örgütlü milis gücüdür. tanım bu şekilde yapıldığında polise hak-hukuk çağrısı yapmak abesle iştigaldir. polis, her zaman işkenceci ve gerektiğinde katildir. polise insan kaptırmamak bir sol örgütün doğal görevidir.
umarım gülhane’den bir ders çıkarılır. zira iktidar mevki kaybettikçe polis de vahşileşecek. elimizde buna karşı kullanılabilecek yalnız iki şey var: omuz omuza duran insanlar ve zekamız.
19 mart'ın sik kırığı
19 mart saat 15:00’te vatan caddesi’nde 200-300 kişilik, çoğunlukla orta yaşlı/emekli bir kalabalık vardı. polis barikatının önünde sloganlar atılıyordu. sık sık polis müdahale etmeye hazırlanıyor mu diye kontrol ediyordum ama pek niyetleri yok gibiydi.
daha burada beklenecek, bi’ yemek mi yesek falan diye konuşurken kitle bir anda saraçhane yönüne doğru kortej oluşturmaya başladı. hatta iki grup arasında itişmeler falan yaşandı bu yüzden.
işte 19 mart’ın en büyük SİK KIRIĞI o kitleyi vatan’dan koparıp saraçhane’ye götüren kimse odur.
kitlenin potansiyeli ancak belli bir mekana yoğunlaştıkça kendini gerçekleştirebilir. hatta belli bir eşikten sonra artık mekan herhangi bir yerdeki direnişi dahi içine alabilir. o yüzden “her yer taksim, her yer direniş” gezi’yi her yerde canlandırabilir.
solcular, sokak yok diye twitter’da ağlıyorsunuz ama sokağa çağırmayı bilmiyorsunuz. kitle zaten kendiliğinden vatan’da toplanıyordu. bizden sonra düzenli bir şekilde insan gelmeye devam etti. beyazıt’ta öğrenciler polis barikatını zaten aşmışlardı ve vatan’a katılabilirlerdi.
kitle büyüse emniyet müdürlüğü’ne yürüyüp imamoğlu’nu alıyoruz diye bir irade gösterebilirdik. imamoğlu’nu alamasak bile hükümeti iki kere düşünecek kadar huzursuz edebilirdik. “profesyonel devrimcilerin” sadece biraz ittirmesi gerekiyordu.
aslında R hemen burada kalmalı ve barikatı zorlamalıyız dedi, ben de onayladım ama orada kortej düzeni almaya çalışan kitleye “hocam siz napıyorsunuz? hükümetin bizi asıl istemediği yer burası, niye gidiyoruz?” demeye götüm yemedi ne yalan söyleyeyim.
ben küçük burjuvayım, polisten kaçmışlığım çok ama dönüp taş atmışlığım da yok yani.
polisin de çatışma istemediği her hallerinden belliydi. muhtemelen hükümet, çatışma çıkarsa olayların alevlenebileceğini düşündü. vatan’dan saraçhane’ye büyük bir kitle yürüdü, polis de bizi tıpış tıpış takip etti. saraçhane’de miting yapıp dağıldık neticede.
biz de yanlış yaptık. özgür özel’e “bizi taksime götür” diye bağırmak yerine “bizi vatan’a götür” demeliydik. özgür yine götürmezdi de en azından akıllarda yer ederdi.
diyeceğim o ki hükümet, 19 mart’ta muhalefet kitlesinin gazını kontrollü bir şekilde çok güzel aldı. tabiri caizse bizi osurttular. bana da iyi gelmedi değil. evde iç sıkıntısı ile sigara içeceğime sokağa çıkıp bağırmayı tercih ederim. keyifle osurdum yani ben de.
ne olursa olsun kendi insanlarımla tekrar sokakta buluşmak cesaretimi tazeledi. gördüm ki biz dövüşmek istiyoruz. sadece nasıl başlayacağız bilmiyoruz. sorun şu ki biz, “mustafa kemal’in askerleriyiz.” belki de bu slogan yerine artık “hepimiz mustafa kemal’iz” diye bağırsak her şey çok güzel olacak.
kendimden bildiriyorum
- 3. topçuk içeri girmeden sertleşemiyorum, doktor.
- öznenin kendi zevki ile ilişki kurması imkansızdır, ege bey.
- ne diyorsun sen amk ya!? işin kötüsü ne dediğini de anlıyorum, asıl ben napıyorum amk ya!
- evet, buyrun. haftaya görüşürüz.
saate bakıyorum. seansa başlayalı 26 dk olmuş.
- siz de cinsel ilişki yoktur diye diye bizi sikiyorsunuz, analist bey.
kitabevine giriyorum. almak istediğim kitabı bulmak için raflar arasında geziniyorum. bulamıyorum. çalışan hanımefendiye soruyorum. sağolsun, buluyor hemen. öyle ekstra bir şey de yapmıyor ha, benim dakikalardır baktığım rafa gidiyor, az bi’ aranıp şak buluyor kitabı. salak hissediyorum. “kusura bakmayın, zahmet verdim”. yok canım ne zahmeti, bu benim işim, icabında ben size hizmet sunmak için para kazanıyorum, demiyor. hiçbir şey demiyor.
kasaya gidiyoruz. diyorum ki “ben bir de yurtdışından kitap formu doldurmuştum, ama daha onaylanmadı. onları da hemencecik bir onaylarsanız hepsini birlikte ödeyeyim”. onay maili geldi mi diye soruyor. “yok, gelmedi” diyorum. “mail gelsin sonra ödeyin” diye karşılık veriyor. yani ben de biliyorum mail gelmediğini. ben de biliyorum norm dışı bir şey talep ettiğimi. iki tane kitap istiyorum. ikisinin de amazon linklerini ekledim. istiyorum ki size şu an verdiğimin 3 katı para vereyim. 7 euroluk ürün için 12 euro verip Avrupalının kafasını karıştırınca pek mutlu oluyorsunuz ya neden aynı derecede pratik, aynı derecede win-win ama alışılmadık bir durumla karşılaşınca Avrupalıya dönüşüyorsunuz?
biraz çalışayım diye kafeye oturuyorum. yanda trans bir kadın var. içimdeki Zizek sniff sniff yapiyor. “sinthomoseksüel misiniz?” diye soruyorum. afallıyor; “aleyküm selam” diyor. “çakmak var mıydı” diyorum. uzatıyor. sigaramı yakıyorum. içimdeki Zizek’e hasbinallah çekip terminali açıyorum.
“uzay çağında bir ayağımız,
ham çarık kıl çorapta olsa da biri”
Ahmed Arif’in bu dizelerini bir tek milenyaller anlar. boomer’a sorsan “uzay çağı fos çıktı, biz hala kıl çorap” der. gen Z’ye sorsan “ikinci dize ne öyle ııyy arabesk” der. milenyal bilir ki Ahmed Arif doğru söylüyor. milenyaller bu dünyanın İstanbul’udur, bir araya gelmez iki yakanın arasındaki köprüdür.
cehennemde Plato’ya özel bir yer ayrılmalı. ya sen kimsin ya? sen kimsin mağara alegorisi falan?
milleti annesine bacısına kardeşine dostuna yabancı ettin. senin yüzünden birbirimize gözlerimizi kısa kısa bakıyoruz “ulan siz duvardaki gölgeler misiniz” diye. ya senin üstüne kitap yazdığın şeyleri memo “utanmadan iddia edip” köşesine koymaz be. nerede lan bu formlar? nerede lan bu idealar dünyası? SİE. gebeş. (harmanım)
sigara yakıyorum. içerde birileri var, kalabalık yapmayayım şimdi. burada sigaramı içerim. çay almadan da burada bulunabilirim ki. sigara içiyorum çünkü. boş boş durmuyorum. bakan napıyor bu orada boş boş demez yani, sigara içiyor der. ne? hayır; kafam karışık değil. ne yaptığımı biliyorum (sigara içiyorum). her şeyin hesabını verebilirim. yoo, ne alaka? günün hay huylarına göre seyir aldığım, dalgalar arasında savrulduğum doğru değil. 5 yıllık planlarım var benim! 10 yıllıklar bile var hayal meyal. bugüne göre niye davranayım? andaki varlığım, aynadaki bana kurban olsun.
önümüzdeki 5-10 yıl içinde seninle beraber tüm sevdiklerinin ölme ihtimali götüme göre %15 falan ki bu astro mega devasa bir olasılık. yani diyeceğim o ki, yarının ne olacağı belli değil. sen her günü son günmüş gibi yaşa, olabildiğince bilgisayarda vakit geçir, sonra özlersin.
hadi sağlıcakla.
Yontma Daş İnsan
Çağdaş insan yontma mermer devrinde yaşıyor. Eskinin heykelleri yerine yontulan da yontan da kendimiziz artık. Heykeltıraşın taşın içindeki heykeli ortaya çıkarışı misali ha babam kendimizi çekiçliyoruz, özgün benliğimizi bulmak umuduyla.
Kendimizi makul olanın sınırlarına sokabilmek için yontuyoruz. Aykırı olmamak adına, ya da aykırı olmayan olmamak adına,pürüzlerimizden arınmaya çalışıyoruz. Herkes kendini geri kalan koyunlardan ayırt etmeye çalışan koyunlara dönüşmüş durumda. En pürüzsüzü, en başarılısı, en güzeli, en arzu edileni olduğumuz gün rahata ereceğimizi düşünüyoruz. Üstego’nun “keyif al” emri altındayız hepimiz ve keyif almak, ya da daha doğrusu her an keyif almaya çalışmak dışında elimizden bir şey gelmiyor.
İnsanın çarpıklığına dair elimizde bir çözüm yok, çünkü ortada bir sorun yok. İnsan çarpık çünkü her şey çarpık. Kendimizi makulün sınırlarına sokmak için yonttukça düzelttiğimiz, gerçekten kendimiz mi? Yoksa yontuldukça ağırlığından kurtulduğumuz eşsizliğimiz mi bizi rahatlatıyor? Varlığından dolayı toplumu, ebeveynlerimizi, öğretmenlerimizi, devleti, karşı cinsi, akranlarımızı suçladığımız bütün pürüzler gittiğinde elimizde yekpare bir özgürlük kalacağına bizi inandıran nedir? Nedir ki tüm çarpıklığıyla eşsiz ve benim olan bu hayatı makulün sınırlarına sokmak için düzeltmeye bu kadar çaba sarf etmem gerekiyor?
Denebilir ki her şeyin çarpıklığıyla barışmak bizi vasatlıkla barıştıracaktır. Kişinin arzusu vasatlıksa, pek tabii. Bırakın varsın olsun. Çağdaş insanın sorunu istediğini isteyememek, istemediğini ise istemeye mecbur hissetmektir. Yontulması gereken bir mermer yoksa da yıkılması gereken engeller var insanın önünde. Arzumuzun önündeki engelleri kırmalıyız. Çarpıklığımızdan duyduğumuz utanç yerle bir edilmeli. İnsanlar makullükte değil çarpıklıkta birleşmeli. Arzularımız birbirine katıla katıla çağlayıp sele dönüşmeli ki özgünlüğümüze erişebilelim.
Özgünlük, günahlarımızdan arınıp kendimizi düzelttikçe keşfedebileceğimiz bir şey değil. Özgünlük içimizde falan da değil! Özgünlük isteyişimizde, hareketlerimizde her an kendini yeniden üreten, baştan tanımlayıcı, dinamik bir şey.
undefined behaviour
robotic voice announces
the stop we left was the last one on our roadmap
and now
we’re entering the uncharted territory
did I miss my last chance to get off
but I didn’t want to stop, didn’t like the last station
I want to move forward
but not continuously on the same train
I get up and press the telecom button
“greetings, when will the train stop?”
robotic voice responds “it’s undefined behavior”
what does it mean?
it means you may get different answers on each time you ask
when will the train stop?
never
yaşamak umrumdadır
kendi varlığıma inanacak gücüm var
var gücüm bu hayatı haketmeye
üstadın yolundayım
yaşamak umrumdadır
rüzgar
gülümse
daya sırtını rüzgara
bak dikine dikine
özgür bir adam olarak yürü
Kimono
Bir süre önce Maksel Tekyalçın’ın son öyküsüne ait taslaklar geçti elime.
Günlük hayatın gerçekliğinden fantastik bir dünyaya pencere açan girizgah
niteliğindeki ilk üç bölümü bir çırpıda okudum.
Öykü antik bir dünyada, başkahraman Kimono’nun hayatından bir kesit sunuyor.
Çadırının önünde yıldızlara temas ederek geceler geçiren Kimono, aile
kurmasıyla münzevi hayatını geride bırakıp ortak gerçekliğe yüzünü dönüyor.
Başına gelen türlü badirelerle göç ede ede kendini ailesinden kopmuş, geçmişini
yitirmiş şekilde “şehirde” buluyor.
Kimono, özünde antik dünyanın vahşi ve oryantal bir köşesinde idealist bir
helenik. Türlü manzaralar, türlü insanlar arasından kendini araya araya geçip
gidiyor:
Ben, vadiye bakan dağın eteklerinde kalın gövdeli çam ağaçları arasında
yaşamış Kimono, dünya üzerinde onca yıl yaşadım ve hala kim olduğumu
bilmiyorum. Buraya nereden geldiğimi, neden geldiğimi…
“Ben kimim?” sorusuna yürek ile cevap arayan niceleri gibi kendinden şüphe
etmekten de kendini alamıyor:
Ancak bazen içinde ona karşı hiçbir şey olmadığını, hatta bir akşam kendine
neredeyse ağlayarak itiraf ettiği gibi ondan sıkıldığını hissediyordu.
Öykünün gerçeküstü yönü ise yolculukta tanıştığımız büyücüler, ortak
gerçeklikteki bedenini yitirip bir başka gerçeklikte sıkışmış eski dostlar ve
Lynchian yeşil cüceler ile vücut buluyor. Kimono, bu yeşil cüce ile uzay ve
zamandan azade yolculuklar yapıyor. Cücenin şu ana kadar favori karakterim
olduğunu da eklemeliyim. Kimono’yu başka gerçekliklere taşımak için “şimdilik”
karşılık beklemese de araya reklam sıkıştırmaktan geri kalmıyor:
Bugün size uzay kolonisi X’ten bahsetmek istiyoruz. Evet uzay kolonisi X’te
hayat çok güzel. Kollektif simbiyotik bilinçsel hayatın faydaları saymakla
bitmez. İmparatordan mı sıkıldınız, kızınız çok mu çekilmez, yeni kızınızı
sevmediğinizden mi korkuyorsunuz o zaman…
Kimono, eski dostunun bedenine kavuşmasına uğraşırken bu kollektif simbiyotik
bilinçsel hayat ile daha çok etkileşecek gibi görünüyor. Üçüncü parçanın
sonunda nihayet tanıştığımız, öykünün baş antagonisti ile mücadelesi bize neler
gösterecek merakla bekliyorum.
Los Angeles Yolu
Yıllar önce Beat Kuşağı içine gömülmüşken okumuştum Toza Sor’u. Şimdi
ise hiçbir detayını hatırlamıyorum. Aslında o kitabın bir serinin
parçası olduğunu çok yakın zamanda bir arkadaşımdan öğrendim ve serinin
ilk kitabı Los Angeles Yolu’nu okumaya başladım.
Metin, 1930’larda yazılmış olmasında rağmen 1985’e kadar yayımlanamamış,
ancak Fante’nin ölümünden iki yıl sonra okuyucuya ulaşabilmiş.
Los Angeles Yolu, Arturo Bandini’nin Kaliforniya’daki ergenlik yıllarına ışık
tutuyor. Bandini, kendini beğenmiş hayalci bir entelektüel ve bu güne kadar
tanıştığım en iyi anti karakter. Genellikle anti karakterler ukala, şiddete
meyilli ama bir o kadar da sempatik yansıtılır ve git gide aslında kendi
yaralarını gizlemeye çalıştıklarını anlarız. Oysa Arturo böyle bir karakter
değil. Evet, onunla empati kurabildim. Hayatını sonsuz bir mücadele olarak
görüşünü ve bilgiye olan hayranlığını hissedebiliyorum. Ancak, öyle anlar oldu
ki benim için bir böceği izlemekten farksızdı onu izlemek. Burada böceği
küçümseme için değil yabancılığı betimlemek için kullanıyorum. Nasıl ki bir
örümceğe baktığımda tamamen insan dışı bir zihin ve davranış şekli görüyorsam
Arturo Bandini’ye baktığımda da zaman zaman aynı şeyleri hissettim.
Üzgün bir yürekle ölülerin ve ölmekte olanların arasına çöküp Tanrı’ya hunharca
bir cinayet işlemek üzere olan Süperinsan’ı bağışlaması için dua ettim -bir
kadını kurşuna dizmek. Görev görevdi ama; eski düzen sağlanmalı, rejim sürmeli,
asiler yok edilmeliydi. Bir süre konuştum prensesle, Bandini hükümetinin
özürlerini kişisel olarak sundum ona, son arzusunu dinledim -La Paloma
şarkısını dinlemek istiyordu- şarkıyı ıslıkla çalarken o kadar çok duygu kattım
ki bitirdiğimde gözyaşlarına boğuldum. Sonra silahımı harikulade yüzüne
doğrultup tetiği çektim. Hemen can verdi, görkemli bir biçimde, alev alev bir
sarı kan ve kabuk yığını.
İçinde yaşadığı zor koşullar ve kafasındaki ideale ulaşma arzusu Bandini’yi
faşist şovlar yapmaya itse de içinde büyük duygular taşıyan biri. Akın
Ömeroğlu’nun deyişiyle “en asil duyguların insanı”… Bu açıdan, gariptir ki,
Ahmed Arif’e benzettim onu.
Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık…
Ve zehir - zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…
Ahmed Arif
Bandini, kadınlara çok düşkün ama aradığı şey “kadın eti” değil. İçinde
hissettiği büyük duyguları somut bir şeye yöneltmek istiyor. Yaşından dolayı
kadınlarla iletişimi zayıf olduğundan kafasında kadınlar yaratıp onlarla
inanılmaz anlar yaşabiliyor.
Marcella adında eski sevgililerimden birinin fotoğrafını çıkardım, birlikte
Mısır’a gidip Nil nehrinde kölelerin kürek çektiği bir gemide seviştik.
Sandaletlerinden şarap, göğüslerinden süt içtim, sonra köleler bizi nehrin
kıyısına çıkardılar ve orda güvercin sütünde terbiye edilmiş sinekkuşu yüreği
yedirdim ona. Bittiğinde şeytan gibi hissettim kendimi. Burnumun üzerine bir
yumruk çakıp kendimi bayıltmak geldi içimden. Kendimi kesmek istedim,
kemiklerimi kırmak istedim. Marcella’nın fotoğrafını yırtıp yok ettikten
sonra ecza dolabına gittim, bir jilet alıp kolumu dirseğimin altından kestim,
çok derin değil ama, kan aktı sadece, acı hissetmedim. Kesiği emdim ama yine
de acı hissetmedim, gidip biraz tuz aldım ve kesiğe tuz serptim, o zaman
hissettim acıyı; canımı yakıyor, beni hayata döndürüyordu. Acı dayanılmaz bir
hal alıncaya kadar bastırdım tuzu yaraya. Sonra sardım kolumu.
Arturo Bandini’nin önemli bir özelliği de kullandığı ağdalı kelimeler. Okuduğu
Nietzsche, Schopenhauer, Spengler gibi yazarlardan öğrendiği kelimeleri günlük
hayat diyaloglarında o kadar kullanıyor ki etrafındaki insanlar dediklerinin
yarısını anlamıyor ve bu ona ukala ve gösterişçi bir hava katıyor. İmkanı olan
herkesin eseri özgün dilinde okumasını öneririm. Her sayfada en az üç kere
sözlüğe başvurmak durumunda kalınca Bandini ile konuşmanın yarattığı hissi daha
iyi anlayabiliyorsunuz.
“What about your wife and kids? Those dear little babes? Demand milk! Think
of them dying of hunger while the babes of the rich swim in gallons of milk!
Gallons! And why should it be like that? Aren’t you a man like other men? Or
are you a fool, a nitwit, a monstrous travesty on the dignity that is man’s
primordial antecedent? Are you listening to me? Or are you turning your ears
because the truth stings them and you are too weak and afraid to be other
than an ablative absolute, a dynasty of slaves? Dynasty of slaves! Dynasty of
slaves! You want to be a dynasty of slaves! You love the categorical
imperative! You don’t want milk, you want hypochondria! You’re a whore, a
slut, a pimp, a whore of modern Capitalism! You make me so sick I feel like
puking.”
“Yeah,” he said. “You puke all right. You no writer. You just puke.”
“I’m writing all the time. My head swims in a transvaluated phantasmagoria of phrases.”
“Bah! You make me puke too.”
“Nuts to you! You Brobdingnagian boor!”
John Fante’nin neden Beat kuşağının öncüsü olarak görüldüğünü anlamak güç değil.
Anlattığı hikayeler sokağı, yeraltını, yoksulluğu ve özgürlük idealini yalın
bir gerçekçilik ile önünüze koyuyor. Los Angeles Yolu, ilk okuduğumda hafife
aldığım Fante ile yeniden tanışmam için muhteşem bir vesile oldu.
Yerdeniz Öyküleri I - Yerdeniz Büyücüsü
Söz sessizlikte,
ışık karanlıkta,
yaşam ölürken;
bomboş gökyüzünde uçarken parlar atmaca.
Ea’nın Yaradılışı
İlkokul yıllarında kitap okumaya mitoloji ve fantastik kurgu ile
alıştım. Doğal olarak rol modelim olan babamın elinden kitap eksik
olmaz, bunları çoğu da fantastik kurgu olurdu. Özellikle, Weis ve
Hickman’ın Ejderha Mızrağı ve Ölüm Kapısı serileri küçük yaşta imgelem
dünyamın zenginleşmesinde büyük rol oynadı. İlerleyen yaşlarda ölümsüz
Yüzüklerin Efendisi serisi ile King’in Kara Kule serisi karakterime
ciddi şekilde etki etti. Ursula K. Leguin’in Yerdeniz serisini de
geçtiğimiz birkaç sene içinde yine babam okurken farkettim ve yakın
zamanda ilk kitabını okuma şansım oldu.
Yerdeniz Öyküleri serisinin ilk kitabı Yerdeniz Büyücüsü, Leguin’in
oluşturduğu gerçekliğin köşe taşlarını içeren bir kitap. Fantastik bir
kurgunun temel öğeleri bu gerçeklikte de mevcut: Büyücüler, ejderhalar
ve iyiyle kötünün sonsuz savaşı. Ancak, daha ilk sayfalardan Leguin’in
yapıtını diğerlerinden ayıran bazı unsurlar göze çarpıyor.
Denizcilik
Hikaye bir takımadada geçtiği için ana ulaşım kaynağı olan denizcilik
büyük bir öneme sahip. Leguin denizcilik terimlerinin zenginliğinden
sonuna kadar faydalanmış. Kitabı özgün dilinde okuyorsanız sık sık
sözlüğe başvurmanız gerekebilir ama terimler, denizciliğe ilgisi olan
okurlar için keyifli bir derinlik katmış.
Büyücülük
Hikaye, yüzlerce kara parçasından oluşan bir takımadada geçiyor. Bu
adalar büyüklüklerine göre bir ya da birkaç köy içeriyor. İnsanlar
buralarda tarım, hayvancılık, demircilik vb. işler ile hayatlarını
sürdürüyor. Neredeyse her köyde şifacılık, hayvanları kontrol edebilme,
havayı kontrol edebilme gibi yetenekleri olan cadılar veya büyücüler
(şamanlar) yaşıyor. İşte Yerdeniz serisinin ayırıcı özelliklerinden
ilki, büyücü karakterinin toplum içindeki yeri.
Takımadanın birçok bölümünde büyücüler, toplumsal işbölümünün bir
parçası olarak yaşıyorlar. Daha güçsüz olanlar, küçük köylerde halkın
günlük işlerine yardımcı olmak ve köyü çeşitli rahatsızlıklardan korumak
rolünü üstleniyor. Örneğin bir köy büyücüsü, ekinleri zarara uğratacak
bir fırtınayı köyden uzak tutabiliyor ya da hayvanları sağaltabiliyor.
Toplum ile iç içe yaşama hali bana Anadolu’daki şaman rolünü hatırlattı.
Diğer fantastik eserlerde halklar büyücülere alışkın olsa dahi bu derece
bir birliktelik ile ilk kez bu eserde karşılaştım.
Büyücülük, doğuştan gelen bir güç olarak anlatılıyor ve doğrudan
söylenmese de kalıtsal yolla aktarıldığı anlaşılıyor. Bu güç herkeste
aynı seviyede değil. Doğuştan daha yüksek bir güce sahip olanlar, Roke
adasındaki büyücülük okulunda eğitim görmeye gidebiliyorlar. Bu
büyücülük okulu biraz daha akademik bir eğitim veriyor. Roke Büyücülük
Okulu, J. K. Rowling’in Hogwarts fikrine ilham olmuş olabilir. Roke’taki
öğretmen - öğrenci ilişkileri ile ziyafetler Hogwarts ile aynı tonda
hissettirdi. Hogwarts’tan farklı olarak öğrenciler davet yoluyla
çağırılmıyor ve gitmeyi kendileri tercih ediyorlar. Akademik bir eğitim
almadan da güçlü bir büyücü ustasından eğitim görebiliyor. Ancak asa
taşımak sanki sadece okuldan mezun olanlara has bir özellikmiş gibi
anlatılıyor ve asa taşımanın da önem taşıdığını anlıyoruz. Roke’a
gitmeyen bir büyücü asa sahibi olabiliyor mu tam anlaşılmıyor.
Kitaptaki ilginç unsurlardan biri de büyünün yapılış şekli. Büyü yapmak
için belirli cümlelerin söylenmesi gerekiyor ve bu cümleler de kontrol
edilmek istenen varlıkların Eski Dil’deki gerçek adlarından meydana
geliyor. Yani bir varlığı kontrol etmek için onun gerçek adını biliyor
olmak gerekiyor. Büyü yapmanın temel dinamiklerini İsimci Usta
Kurremkarmerruk benden çok daha iyi anlatıyor:
Denizin ismi inien’dir, pekala. Ama bizim İç Deniz dediğimiz denizin,
Kadim Lisan’da başka bir ismi var. Hiçbir varlığın iki ismi
olamayacağına göre, demek ki inien İç Deniz dışındaki bütün denizler
anlamına geliyor. Ve tabii ki, aslında sadece o anlama da gelmiyor çünkü
kendilerine özgü isimleri olan sayısız denizler, koylar ve boğazlar
var. Yani Denizci Ustası Büyücüler’den birisi, tüm okyanusu, bir
fırtına veya fırtına dindirme efsunu ile büyüleyecek kadar çılgın
olsaydı, büyüsü sadece inien kelimesini değil. Adalar Diyarı’ndaki,
Dış Uçyöreler’deki ve ta uzaklarda isimlerin varolmadığı yerlerdeki
denizin de, her köşe bucağının ismini kapsardı. Böylece, bize büyü
yapma gücünü veren, bu şekilde bu gücün sınırlarını da çizmiş oluyor.
Bir büyücü, sadece yakınında olup ismini tam ve net olarak koyabildiği
şeyleri denetimi altında tutabilir. Bu da iyi bir şeydir. Eğer böyle
olmasaydı, güçlülerin kötülükleri ve de bilgelerin delilikleri, çoktan
değiştirilemeyecek şeyleri değiştirme yollarım arar, Denge’yi bozardı.
Dengesi bozulan deniz, üzerinde tehlikelere maruz kalarak yaşadığımız
karaları basar ve eski sessizlikte tüm sesler ve isimler kaybolurdu.
Gerçek ismin öneminden dolayı sıradan insanlar ve büyücüler de takma
adlar ile tanınıyorlar ve gerçek isimlerini kimseye açık etmiyorlar. Bir
büyücünün gerçek ismini bilen diğer bir büyücü, onun tüm büyü gücü
üzerinde mutlak hakimiyete sahip oluyor.
İyi ve Kötü
İyi kötü düalizmi hikayenin merkezinde yer alıyor. İyinin kötüyü yenmeye
çalışması yerine bu iki zıt gücün dengede tutulması mücadelesini
görüyoruz. Bilinçli büyücüler, büyü yaparken dengede yaratacakları
bozulmayı da göz önünde bulunduruyor.
Tehlikenin gücü, gölgenin ışığı kuşattığı gibi kuşatacağını hiç
düşünmedin mi? Sihir, zevk için veya övülmek için oynadığımız bir oyun
değildir. Şunu düşün: Bizim Sanatımız’daki her söz, her hareket ya
hayır için ya da şer için yapılır. Bir şey söylemeden veya bir şey
yapmadan önce, ödemen gereken bedeli bilmen gerekir!
Ana kahraman, Denge’nin ne kadar hassas olduğunu ve neden bozulmaması
gerektiğini zor yollardan öğreniyor. İlk kitabın hikayesi de bu öğrenme
sürecini ve kahramanımızın çocukluktan yetişkinliğe geçişi konu alıyor.
Leguin’in güzel anlatımı ve büyücülüğe benim için yeni yaklaşımı ile
Yerdeniz serisinin ilk kitabı Yerdeniz Büyücüsü’nü okumaktan büyük keyif
duydum.
Adaptasyon Ve Kendini Tanimlamak Uzerine
Okulumun yakınındaki bir lokantanın giriş katını üçüncü dalgamsı bir kahveciye dönüştürdüler. Bu sabah ders çalışmak üzere buraya oturdum ve bir duble espresso söyledim. Siparişimi alan arkadaş da tezgahın arkasında duran bir teyzeye “double espresso” diye seslendi, teyze öğütücüsüyle, tamperiyle baya baya espresso yaptı. Olayın daha da eğlenceli kısmı ise önüme gelen espresso, belki çekirdek biraz daha kaliteli olsa, Cihangir’de içtiklerimle yarışacak seviyede olmasıydı. Peki bu teyze nasıl bir sürecin sonunda espresso makinesinin arkasına geçti?
İnsanın adaptasyon becerisi beni her zaman şaşırtıyor. Babaannem 1930’larda başlayan hayatına Facebook üzerinden yılbaşı GIF’leri göndererek devam ediyor mesela. Böyle değişiklikler karşısında dumur olmayı bir kenara bırak öyle ya da böyle uyum sağlayabiliyor olmamız takdire şayan. Bunun gibi, belki de eskiden çay dolduran veya gözleme açan bir teyzenin Cihangir hipsterları ayarında espresso yapıyor olması beni kendi hayatıma bakmaya itti. Böyle bir dönüşümü idare edebilir miydim? Ya da böyle bir dönüşümü kabul eder miydim?
Bu noktadan itibaren kendimden emin şekilde laga luga yapacağım.
Adaptasyon becerilerimizin gelişkin olmasının bir sebebi de bunun bir kaçış yolu olması. Bu kaçış, gruba adapte olmak şeklinde olabileceği gibi gelişen yeni durumu kabullenmek olarak da kendini gösterebilir. “Değişimin parçası olun!” gibi laflar kulağa hoş gelse de bir yandan değişimin dışsal bir şey olduğunu dikte ediyor. Adına değişim kararı verilmiş ise bir kişinin değişimin bir parçası olması açık fikirlilik, akışkanlık ya da modernlik olarak mı değerlendirilmeli? Peki buna karşı koyan kişiyi de muhafazakar olarak mı nitelendireceğiz?
Belki de teyzenin kendini tanımlayışı o lokantada çalışmaktı. O lokantanın dönüşümü teyzeyi de dönüştürdü. Yani kendini tanımlarken esas aldığı şeyin değişime konu olması teyzeyi değişimin bir konusu haline getirdi. Değişim üzerinde kontrolü olmayan teyze de insanın müthiş adaptasyon becerisi ile “değişimin bir parçası olarak” gayet düzgün bir espresso yapmayı öğrendi.
Mi acaba?
Küçük bir şirkette çalışan ve hayatını Python/Django ile web uygulamaları geliştirerek kazanan biriyim. Kendimi bu şekilde tanımladığımda ne kadar çok şeyin değişimine karar verilmesi beni de iradem dışında değişmeye zorluyor.
Yeniden deneyelim: Sistemlerin özerk bir şekilde kendini yönetmesinden ve birbirleriyle uyum içerisinde çalışmasından zevk alıyorum. Bilgisayar da böyle sistemler inşa etmek için çok ulaşılabilir bir platform.
Her anımız, kendimizi tanımlayarak veya kafamızdaki tanımı perçinlemek için araçlar arayarak geçiyor. En azından kendimizi tanımlarken özümüzden başka bir şeyi kullanmamak, hayatımızda da özümüzden başka bir iradeyi tanımamaya yol açabilir.
2018’in herkes için güzel geçmesi niyetiyle.
Camus Ve Sartre Nasıl Özgür Olunacağı Sorusu Üzerine Nasıl Ayrıldı?
Bu, Sam Dresser’in aeon.co’da yayımlanmış
yazısının
çevirisidir.
Garip bir ikiliydiler. Albert Camus Fransız bir Cezayirli, Bogart-vari
hatlarıyla kolayca kendine hayran bırakan, yoksulluk içerisinde dünyaya
gelmiş bir pied-noir idi. Jean-Paul Sartre ise, Fransız toplumunun üst
kısımlarından gelme ancak yakışıklı bir adamla asla karıştırılmayacak
biriydi. İşgal sırasında Paris’te tanıştılar ve İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra yakınlaştılar. O günlerde, şehrin ışıkları yavaşça kararırken
Camus, Sartre’nin en yakın arkadaşıydı. ‘Nasıl sevmiştik seni,’ diye
yazacaktı Sartre daha sonra.
Çağın parlayan figürleriydiler. Gazeteler günlük aktivitelerini
yazıyordu: Satre Les Deux Magots’un açılışında, Paris’in gezgini Camus.
Şehir yeniden inşa edilmeye başlandığında Sartre ve Camus günün tonuna
ses verdiler. Avrupa yakılıp yıkılmıştı, fakat savaştan arda kalan
küller yeni bir dünya hayal etmek için alan açmıştı. Bu yeni dünyanın
neye benzeyebileceğini idrak edebilmek için okuyucular Sartre ve Camus’a
bakıyordu. Dönemim filozoflarından Simone de Beauvoir hatırladığı üzere
“Savaş sonrası dönemi ideolojisi ile sunuyorduk.”
Bu varoluşçuluk biçiminde geldi. Sartre, Camus ve entelektüel yoldaşları
dini reddedip yeni ve sinir bozucu oyunlar sahneleyerek okuyucuları
özgün bir yaşam sürmeleri için zorladılar ve dünyanın absürtlüğü üzerine
yazdılar -amaçsız ve değersiz bir dünyanın. “[Ortada] elin
dokunabileceği sadece taşlar, beden, yıldızlar ve bu gerçekler var” diye
yazdı Camus. Dünyayı anlamlı kılabilmek adına içinde yaşamayı seçmeli ve
kendi anlam ve değerimizi ona yansıtmalıyız. Bu demektir ki insanlar
özgürdür ve bunun yükünü taşırlar, zira özgürlük ile birlikte korkunç,
hatta bitap düşürücü bir özgün yaşama ve eylemde bulunma sorumluluğu
gelir.
Özgürlük düşüncesi Camus ve Sartre’i filozofik olarak birbirine
bağladıysa, adalet mücadelesi de politik olarak birleştirdi.
Adaletsizliğe karşı koymaya ve onu tedavi etmeye ant içmişlerdi ve
onlara göre işçilerden, proletaryadan daha çok adaletsizliğe uğrayan bir
insan grubu yoktu. Camus ve Sartre onları emeklerine zincirli ve
insanlıkları koparılmış olarak düşünüyordu. Onları özgürleştirmek adına,
yeni politik sistemler kurmak gerekliydi.
1951 Ekim’inde, Camus Başkaldıran İnsan’ı yayımladı. Kitapta, kabaca
çizilmiş “başkaldırının felsefesi”ne ses verdi. Bu kendi başına bir
felsefi sistem değildi ama felsefi ve siyasi fikirlerin bir karışımıydı:
Her insan özgürdür fakat özgürlüğün kendisi görecelidir; kişi sınırları,
denetimi, “hesaplanmış risk”leri kabullenmelidir; mutlaklar insanca
değildir. Hepsinin ötesinde, Camus devrimci şiddeti lanetledi. Ekstrem
durumlarda şiddet kullanılabilir (ne de olsa Fransa’nın savaş çabasını
desteklemişti) ancak tarihi arzuladığın yöne ittirmek için devrimci
şiddete başvurmak ütopyacı, mutlakçı ve kendine ihanettir.
“Mutlak özgürlük en güçlünün hükmetme hakkıdır” diye yazdı Camus,
bununla birlikte “mutlak adalet bütün zıtlıkların bastırılması ile elde
edilir: bu sebeple özgürlüğü yok eder.” Özgürlük ile adalet arasındaki
çatışma sürekli bir yeniden dengelemeye, siyasi denetime ve en çok
sınırladığı şeyin, insanlığımızın, kabul edilmesi ve kutlanmasına
gereksinim duyar. “Kendimizi gerçekleştirmek adına”, dedi, “yaşamak ve
yaşatmak.”
Sartre Başkaldıran İnsan’ı iğrenerek okudu. Ona göre, kusursuz adalet ve
özgürlüğe ulaşmak mümkündü -bunun için komünizme ulaşmak anlamına
geliyordu. Kapitalizmde, ve yoksulluk içinde, işçiler özgür olamazdı.
Seçenekleri kabul edilemez ve insanlık dışıydı: zalim ve yabancılaştıran
bir işte çalışmak ya da ölmek. Ancak sömürücülerin atılması ve genel
olarak özyönetimin işçilere dönmesi ile komünizm her bireyin maddi bir
istek olmaksızın yaşamasına ve böylece kendilerini gerçekleştirmek en
iyi şekli seçmelerine imkan verecekti. Bu onları özgür kılar ve bu
tavizsiz eşitlik aynı zamanda adildir.
Problem, Sartre ve soldaki bir çoklarına göre komünizm için devrimci
şiddetin gerekli olmasıydı, çünkü kurulu düzen yerle bir edilmeliydi.
Tabii ki, böyle bir şiddeti bütün solcular desteklemiyordu. Radikal ve
ılımlı solcular arasındaki bu ayrım -kabaca komünistler ve sosyalistler
arasında- yeni bir şey değildi. Bununla birlikte 1930’lar ve 40’ların
başında sol faşizme karşı geçici bir şekilde birleşmişti. Faşizmin
yıkılışı ile şiddete müsamaha göstermeye meyilli radikal solcular ile
şiddeti lanetleyen ılımlılar arasındaki yarılma geri döndü. Ayrım sağın
pratikte varlık gösterememesi ve Sovyetler Birliği’nin hakimiyeti -ki bu
radikalleri Avrupa’nın tamamında güçlendirmekle birlikte gulag’ların,
terör ve göstermelik yargılamaların açığa çıkmasıyla komünistleri
huzursuz sorularla karşı karşıya bıraktı- ile daha da dramatikleşti.
Savaş sonrası dönemin her bir solcuya dayattığı soru basitti: Hangi
taraftasın?
Başkaldıran İnsan’ın yayımlanması ile birlikte Camus, devrimci şiddete
başvurmayan barışçıl bir sosyalizmden yana olduğunu ilan etti. SSCB’den
gelen hikayeler ile dehşete düşmüştü: komünistlerin el ele, özgürce
yaşadığı bir ülke değil, özgürlüğün hiç olmadığı bir yerdi. Bu sırada
Sartre ise komünizm için savaşmaya ve bunun için şiddete başvurmaya
hazırdı.
İki arkadaşın ayrılması medyanın da ilgisini çekmişti. Sartre’nin
editörü olduğu gazete Les Temps Modernes, Başkaldıran İnsan’ın bir
eleştirisini yayımladı ve üç kat fazla sattı. Le Monde ve L’Observateur
neredeyse soluk almadan tartışmayı raporladı. Günümüzde entelektüel bir
polemiğin kamunun ilgisini bu kadar çekmesini hayal etmek güç, ancak
okuyucular bu anlaşmazlıkta zamanın siyasi krizlerinin yansımalarını
gördüler. Bu, fikirlerin dünyasında siyasetin sahneye konması ve
fikirlerin değerinin ölçülmesi için bir yoldu. Bir fikre sonuna kadar
bağlıysan, bunun için öldürmeye mecbur musun? Ne pahasına adalet? Ne
pahasına özgürlük?
Sartre’ın pozisyonu çelişkiliydi, hayatının kalanı boyunca da bununla
boğuştu. İnsanların özgür olmak ile lanetlendiğini söyleyen varoluşçu
Sartre, aynı zamanda tarihin varoluşsal anlamda gerçek bir özgürlüğe
alan tanımadığını söyleyen Marksist Sartre idi. Fransız Komünist
Partisi’ne hiç katılmamış olsa da, komünizmi Avrupa boyunca savunmaya
1956’ya, Budapeşte’deki Sovyet tankları nihayet onu SSCB’nin geleceği
olmadığına ikna edene kadar devam etti. (Gerçekten de Macaristan’daki
Sovyetler onu şok etmişti çünkü kendi deyimiyle Amerikalılar gibi
davranıyorlardı.) Sartre hayatı boyunca solun güçlü seslerinden olmaya
devam etti ve Fransız Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’yı favori şamar
oğlanı olarak seçti. (Özellikle kötücül bir saldırıdan sonra de
Gaulle’den Sartre’ı tutuklaması istendi ve de Gaulle “Voltaire
hapsedilemez” yanıtını verdi.) Sartre tahmin edilemez olmaya devam etti,
hatta 1980’de ölene kadar radikal Maoizm ile uzun ve tuhaf bir flört
yaşadı. Sartre yüzünü SSCB’den dönmüş olsa da, devrimci şiddetin caiz
olabileceği fikrinden hiçbir zaman tamamen vazgeçmedi.
Komünizmin şiddeti Camus’yu farklı bir yöne gönderdi. “Nihayet,” diyordu
Başkaldıran İnsan’da, “özgürlüğü seçiyorum. Adalet gerçekleşmese bile,
özgürlük adaletsizliğe karşı başkaldırı gücünü korumaya devam ediyor ve
iletişimi açık tutuyor.” Soğuk Savaş’ın diğer tarafından, Camus’ya
sempati duymamak ve Sartre’ı sadık bir komünist olarak tutan tutkuyu
merak etmemek güç. Camus’nun ağır başlı politik gerçekliği, ahlaki alçak
gönüllülüğü, sınırları ve hataya düşebilen insanlığı kucaklayışı
günümüzde de dikkate değer bir mesaj olarak duruyor. En yüce ve değerli
fikirler bile karşıtları ile dengelenmelidir. Mutlakçılık ve teşvik
ettiği imkansız idealizm tehlikeli bir yol izlemektedir -ve Camus ile
Sartre daha adil ve daha özgür bir dünya tahayyül etmek için çabalarken
Avrupa’nın küller içerisinde yatmasının sebedir.
Archives